İnsanoğlu, hakkı üstün tutmak ve haklıyı güçlü
kılmak için yola çıkmış, ve şiar edinmiştir..
Bu çerçevede gerçekleri ifade etmekten de yılmamıştır.
Bizinde, yazılarımız ve sözlerimiz de;
Hak, adalet, gerçek, doğru gibi asla vazgeçilmezlerimizdir.
En azından öyle biliriz.
Gerçi uygulamaya bakıldığında yan çizen, yandan geçen veya boş verilen eylem ve söylemlerle karşılaşırız ama siz gene de onlara aldırmayın.
Bir düşünür şöyle demiş:
“Haklı olanı güçlü kılamadığımız için de güçlü olanı haklı kıldık.”
Hakkı ve haklı olanı güçlü kılmaya gücümüz yetmediği için çareyi güçlü olanın peşi sıra gitmede bulmuşuz.
Aslında gücümüzün yetmediğinden değil hakkı güçlü kılamayışımız;
bizi güçlü kılan değerlerimizden uzaklaştığımız için hakkı güçlü kılmaya takatimiz yetmez olmuş.
Sonra da nefsimiz, zevkimiz ve keyfimiz bozulmasın diye güçlü olanı haklı kılarak geçinip gitmişiz.
İrademizi, inancımızı ve yüreğimizi de buna alet ederek…
Zaman zaman haklı kıldığımız güç, isteğimizi karşılamadığında veya canımızı acıttığında uyanır gibi oluyoruz ama iş irade,inanç ve yüreğe dayanınca geri tırsıyoruz.
Birçok kimse kendini haklı kılma uğruna birçok şeyi mubah görür oldu.
Yine bir düşünürde benzer şey söylemiş:
“Bir toplum gerçeklerden ne kadar uzaklaşırsa, gerçeği söyleyenlerden o kadar nefret eder.”
Güçlü olanı haklı kılma ile başlayan süreç haliyle gerçeklerden uzaklaşmayı da beraberinde getirdi.
Böyle olunca da, gerçeği ifade edenler nefret edilenlerden, İstenmeyenlerden oldular.
Zaman içerisinde gerçeği söyleyenler azalmaya, sinmeye veya boş vermeye başladılar.
Zira bazen susmak gerektiğini bilirler.
Zira bazen sözün fayda etmediğini görürler.
Zira bazen “bir musibetin” daha etkili olacağını görürler.
Her menfaat çatışmasında, her çıkar kavgasında bu “gerçekler” de çatışır ve yeni kahramanlar, yeni kurtarıcılar çıkarır, tabi yeni asalaklarla birlikte.
Tarihimizden örnekler 1593-1634 yıllarında Sultanahmet’te doğup-yaşayan Bekri Mustafa’nın adını ve hikâyesini herhalde duymayan kalmamıştır…
Hikâyeyi tekrar hatırlatalım;
Bekri Mustafa, yoksul bir mahallede
“Küçük Ayasofya Camii’nin önünden geçmektedir…
O sırada musallada bir tabut vardır, fakat namazı kıldıracak imam ortalarda yoktur.
Cemaatin, beklemekten canı sıkılır ve başında kavuğu, sırtında cübbesiyle oradan geçen Bekri Mustafa’yı “hoca” zannederek namazı kıldırmasını söylerler.
“Yok, ben hoca değilim” dese de, dinlemezler ve zorla öne geçirirler.
Bekri Mustafa namazı kıldırdıktan sonra tabutun örtüsünü açar ve ölünün kulağına bir şeyler fısıldar.
Cemaat, ölüye ne söylediğini merak eder.
Bekri Mustafa gülerek cevaplar:
“Sen şimdi aramızdan ayrılıp ahirete gidiyorsun.
BEğer orada, bu dünyanın ahvalini sana sorarlarsa, Bekri Mustafa Ayasofya’ya imam oldu dersin.
Onlar durumu anlar…” dedim.
Hikâye böyle…
Peki, ben bu hikâyeyi niye yazdım?..
Çevrenizdeki Bekri Mustafa’ları tanıyasınız diye yazdım…
Çünkü efendim, ortalık “Bekri Mustafalarla dolu…
Herkes “imam!”
Herkes ‘’milliyetçi’’
Herkes’ ’solcu’’
Herkes “kahraman!”,
Herkes “vatansever”,
Herkes “devrimci!”,
Herkes “analist!”,
Herkes “dürüst”
Herkes “bedel ödemiş”,
Ve ve ve herkes
“Dâva Adamı” olmuş da
biz bilmiyoruz…Vesselam
Hoşça kalın dostça kalın sağlıklı kalın
Ramazan Yazar
Emekli Teknik Öğretmen